Nasıl bi' şey ki?

Fotoğrafım
Çok Boğaziçili, öyle ki mezun olmayı düşünmüyor. Çok crazygirl89. Çok kestane12. Çok “Yay” kadını, hatta “Yay-Yay” kadını. Çok kedi, gerektiğinde kaplan. Çok çığırtkan ama hep suskun. Çok kıskanç, hiç paylaşımcı. Çok “benim şarkım bu!” cu. Çok “bu da benim oldu artık!”çı. Çok şımarık, çok ukala. Çok renkgarenk ama hep siyah. Çok karışık, çok tekdüze. Çok uzattı ama napsın hep anlatası var. Çok çok. Çok da az. Hiç mutsuz, hiç mutsuz ve hala mutlu.

19.3.12

anlatılmaya gec kalınan bir hikaye.. SS9.

Ben geçen ay hayatımın en heyecanlı anlarından birini yaşadım! Sol omzumun üstüne minik bir kedi kondurdum. (sizin gözünüzde) Aslında olay bu kadar basit değil tabii ki.
Küçüklüğümden beri bir çok dövme hayalim vardı. Bu hayallerin ciddi anlamda ütopik olduğunu anlayınca kendimi tek bir kelimeye sabitledim. Ambigram seklinde "Selen" yazdıracaktım. Canım Ablam... Hayatımdaki hiç şüphesiz en değerli insan. Derken kendisinden gelen tepki çok net oldu: "Saçmalama!" Daha geçen gün dedim, neden hep böyle eski Türk filmlerindeki kötü kadınlar gibidir, nettir; bilemem o kadarını. Ama bende tırsış o tırsış. Sıkıysa yazdır yani öyle bir şeyi. 
Ablam bunu söyledikten sonra daha çok düşünmeye başladım. Yok yani çizdircem kendimi, belli bir şey kaçarı göçeri yok. Aklıma arkadaşlarımın dövmeleri geldikçe daha da ifrit oldum. Pişman olanlar, bayağı bildiğin çikletten çıkmışa benzeyenlerin yanında bazısınınkiyse inanılmaz yaratıcı ve mükemmelden bir öncesi gibiydi. Kıskanmıyor değildim hani. Sonra aldım kafamı iki elimin içerisine düşündüm. Selen yok, anladık ama "S" harfi olabilir dedim, içimden. Hem benim baş harfim, narsist oldugumu bilmeyen yok. Ablam bir şey diyemez. "E olmuşken iki S olsun. Selen Sena olur." dedim. Hem bana "SS" diyenim de çok. Üzerine bir de uğurlu sayıyı mı eklesem, "9". Forma numaram ayrıca. Ama çok anlamsız oldu yani, görüntü şu; "Ss9" Kendi kendime tribal bir şeyler çiziyorum, ordan birleştiriyorum, burdan aradan geçiriyorum. Yok! Olmuyor. Bir şeyler eksik, bulunmuyor. 
Derken o eksik şey bir anda kafama dank etti. Yıllar yılı süregelmiş bir şeyi neden hayatımın sonuna kadar omzumda tasıyacagım dovmeme eklemiyordum ki? Lakabım, kedi... Çizmeye devam, bir büyük S, bir küçük s, 9 olsun dedim; birleşince kediye benzesinler. Baktım olacak iş değil, o mükemmel dövmeye sahip olan arkadaşlarımdan DB beni dövmecisine götürdü. 
Yazın ortası, bayağı da sıcak. Bebek'e insan kestirme merdivenlerden koşa koşa indik Destikle. Dövmecinin mekanı anlatamam gitmeniz gerek. Ama adı bile yetti bana; Red Cat Tattoo. Emrah çizdi bir şeyler, güzel de oldu ama nedense kendime dur dedim. Yoksa o an bile yaptırabilirdim. Eve döndüm ablamı aradım, "2 tane S bi de 9u kediye benzetecek dovmeci arıyorum, seninki yapabilir mi?" diye. Dövme yaptırmamı istemiyor ya, "HAYIR." diye yine kötü kadın cevabı geldi. Sonra ben asla ve asla istedigim gibi olamayacagına inanıp dovme yaptırmaktan vazgectim. (Daha doğrusu vazgeçtiğimi sandım.)

Ama günlerden bir gün internette dolaşırken bir kedi tribali gördüm. Orasıyla oynadım, burasıyla oynadım; adam edemedim. Fakat dovmeyi gorur gormez buna benzer bir sey olacagına emindim. "Çok acıyacak lan!" korkusunu yendiğim anda Destine Uludağ'daydı. "Bekleyecek halim yok, gidicem ben Red Cat Tattoo'ya." diye mesajlar atıyordum kızcagıza. Hayır yani hazırım ya, hevesim kacacak yine yalan olacaktım.
Okul açıldı, 20 Şubat. Hayat o sıralar da bayağı da hızlı. O ivme bana biraz yalnız olduğumu hissettirdi nedense. Anneme, babama (ki hala haberi olduğunu sanmıyorum, şahsen ben söyleyemedim.), ablama bile haber vermeden Destine'yi kaptığım gibi Bebek'in yolunu tuttum. Meraklı Başak da bize takıldı. Girdik Red Cat'e, içerde adamın biri boydan boya bacağına dövme yaptırıyor. 
Bekliyoruz. Bitti. 
Emrah baktı elimdeki kedi tribaline düzenlemeye başladı. Benim kalbim güm güm değil yani öyle bir seste ki PATLAYACAK RESMEN! Diye düşünürken... Bitirdi. Yok olmadı. "9'u goremiyorum." diyorum. 9'u duzeltiyor, "Bu sefer de S'ler gitti!" diyorum. Etrafımdaki herkes tövbe tövbeleniyor. "Ayyyy, sıçtım ben yine olmayacak galiba." dediğim bir anda Emrah eskizin ayna misali simetrisini aldı ve ben nutkum tutulmuscasına izledim o çizimi. Bakmadım, izledim. En üstten altına kadar sanki bir film gibi süzülüyordu kedim. Tüm vucudu bir S, kucuk kafası baska bir S. Kuyrukta 9. Aşık oldum! Sterilizasyon basladı. Ben yusuf yusuf. İçerden müzik açıldı, benim böyle hayalimde Muse falan varken çalan şarkıyla içimdeki bütün endişe gitti; bir baktım dans ediyoruz hep beraber. Emrah'ın Türk Sanat Müziği dinleyesi gelmiş, bildiğin fasıl var dovmecide. Ben eksik kalır mıyım, o zaman dovmem yapılmaya devam ederken ben de bir istek parça alayım lutfeeeeeeeeeen. "Dudaklarında arzu kollarında yalnız ben, sana bakan bir çift göz ben olayım sevgilim." (şaka değil gerçek, dövmem bu şarkıyla beraber yapıldı.)
Korku dolu bekleyişlerim, yıllar boyu kendi kendime çizmelerim tam olarak 2 saniye içinde şekil buldu kısacası. Korkutan hep acaba pişman olur muyum ilerde, kimi hatırlayacagım buna bakınca vs. iken, simdi bunların hiçbiri yok. Çünkü ne olursa olsun ablamın bana destek için her zaman arkamda olacagını; Destine'nin en sacma, gereksiz heyecanlarımı sakinlestirmek veya bazen de utanmayıp onları tetiklemek için yanımda olacagını biliyorum. 
Bakıp bakıp "İyi ki yapmışım. " diyorum.
İyi ki...






16.1.12

Kötü.

Bazı şeyleri söylemek hiç zor değil. Ama bazılarını anlamak hakikaten zor. Dahası anlatmak... İstediğinin gerçekte ne olduğunu açıkça konuşamadığı durumlarda kendi kendini yiyip bitiriyor insan. "Konuşursam iyice yanlış anlaşılırım." korkusuyla ne çok saçmaladık bugüne dek. Halbuki içten içe biliyoruz susmanın neleri alıp götürdüğünü.
Öncelikle zaman... Sonra içten içe mutsuzluk kaplıyor bünyeyi. Süslü sözlerle anlatamayacak hale geliyorsun derdini, bir anda. Oysaki çok basit, bazı şeyler. Bazılarıysa çok zor. Neden zor olan her zaman çekicidir ki?
Sohbetini özlemek mesela; altında hiçbir sebep aramamayı gerektirecek en basit duygulardan biri belki de. Sen bunu bile dile getiremiyorsan ya da birinin dile getirmesine izin vermiyorsan, "Özledim." diyene karşılık veremiyorsan, susuyor değilsin; özlemiyorsundur, özlemek istemiyorsundur. 
Bir şeyi elinde tutmaya çalışmak vardır, bir de elde etmeye çalışmak. İkisi için de çabalamıyorum şu sıralar. Bazı şeyleri elde etmek hiç zor değil. Ama bazılarını elinde tutmaya çalışmak hakikaten zor. Oysaki süslü sözlerle elde tutulmaya çalışmaz bir insan; içten olmalı. Hakkedene sıfatını verebilmeli. Sırf kendi gönlünü hoş etsin diye güzel sözleri ziyan etmemeli insan. Sen bunu bile bilmiyorsan, hatta bal gibi bildiğin halde işine böylesi geliyorsa, elde etmeye çalışıyor değilsin; elinde tutmaya çalışıyorsundur.
Bazen aklımızdakinin "en kötüsü" gerçeğe dönüşmesin diye kötüye razı olup aptala yattığımız anlar var ya; işte onlar en basiti. Çünkü işimize böylesi geliyor. 
Bazen çok çelişiyorum kendimle, kolayı seçtiğimi anladığımda. Kötüyü yaşamak, kötüyü hissetmek çok basit; en kötüsü o kadar zor ki... Küçük şeylerden mutsuz olmak çok  kolay mesela, bunu severim işte. Küçücük şeyleri birleştirip mutsuz olma hakkım olduğunu savunduğumu söylemiştim. Burası zor. Kontrol edemiyorsun bir yerden sonra. Ben önemsiz olduklarını bile bile bunlara kafa yoruyorsam, ufak mutlulukların tadının içine ediyor gibi bir şeyim. 
Ama sıkıldım artık. Zor çok tatlı, hatta baldan tatlı. Ama ben bu özleme işini sevmedim. 
Mutsuzluktan ölmek diye bir şey yok ama can çekişmek var, evet. Ben bu can çekişmeyi sevmedim.
Halbuki içten içe biliyorum mutlu olduğumu.
Çünkü mutlu olmak çok kolay, ama mutsuzluk öylesine zor ki...

9.1.12

Hain bir aşk bu, kökü dışarda.

Narin bir kuş onun kaleminde kadın, sönmeye vurmuş bir cigara pişmanlıkları; ama en güzeli de gökgürültülü fırtına gibi aşkı...  
"ki karaköy köprüsüne yağmur yağarken bıraksalar, gökyüzü kendini ikiye bölecekti; çünkü iki kişiydik."
Ne şanslıdır onun kelimeleriyle yaşayan kadın! Kıskanırım. Halbuki bir "Balzamin"i vardır aynı ben; el kadar bir kadınım, kirpikli sabahlara kadar... Bir insan edindim kendime, bir şarkı, yüreğimde umut. Güzelim de oldukça, bunu söylediğim için çocuğumdur da. Ne olurdu ki bana yazılsaydı böylesi? 
Kıskanıyorum. "İki şey; aşk ve şiir mutsuzlukla beslenir. Biri ona dönüşür." Böylesi bir adamın mutsuzluğu olmak istiyorum. Bir erkeğin gururunu hiç edip sevdiği kadın olmak... "Ama senin, daha nen olayım isterdin? Onursuzunum senin..." 
Gerçek nefesi saçlarında bulduğu, kıt zamanlarda aşkı yaşadığı kadın olmak... "Kırmızı bir kuştur soluğum, kumral göklerinde saçlarının. Yoksuluz, gecelerimiz çok kısa; dörtnala sevişmek lazım." 
Elini yüzünü yıkarken yazmış gibi geliyor kelimeleri; kendi yazdığını okurken gülümsemesi belki bundandır. Yalnızlığın başkenti onun yaşadığı yerse, hemen gidelim! Belki biz de nasipleniriz, sevdasından. Böylesi bir aşksa bana böylesini yazdıracak; böylesi yalnızlığa, böylesi mutsuzluğa koşa koşa giderim. Gözlerim durur mu? Onlar da giderler. 
Kıskanıyorum işte! Giden kadın olmak istiyorum. Tutup kendini "incecik" sevdirmek ne demek be adam! Birini yalnızlığına çözüm olabilecek kadın atayabilmek ne demek? Ama en güzeli de canının acısını "Olur böyle şeyler ara sıra..." diye tarif etmek... 
Biz ki, en ufak bi' mutsuzlukta isyanlardayız, ben elimde onun şiirleriyle büyüdüm. "Mutsuzluğumu yeterince hakketmek için geri döndüm, kilometrelerce yürüdüm." Sözü tasması takılı köpek gibi gezdiren adama hayran ola ola yürüdüm. O kadar büyüttüm ki içimdeki mutsuzluk aşkını, bunu hakketmediğimi görüp içimdeki mutsuzluğu öldürdüm. Bize yasak olmalı; aşkı, mutsuzluluğu, yalnızlığı yazmak. Bize yasak olmalı sevdiğini özlemek, seviştiğini gizlemek. Bize kalan hep mutluluk, çünkü solumuş O tüm mutsuzluğu içine. Bize düşen onu anmak; dilimizde sözleri, dudaklarımızda yaşarcasına ıslaklığı, belki aşık olduğumuzu sanıyorsak gözlerimiz dolu dolu... 
Sonrası? Sonrası iyilik sağlık...

7.1.12

BSG

Sonunda benim bebislerin dogum gunu kutlandı. Gökçe ve Başak'ın ikiz gibi giyinmesi, benim ilk kez ciddi anlamda kendimi yaşımın insanı olarak hissetmem vs. derken doluştuk taksiye, istikamet Taksim. Aslında buraya kadar mühim bir şey yok. Geceyi anlatmak gerekirse benim sivri(!) zekam sagolsun 50 kişiyi kıç kadar Vida'ya sıgdırdık. Yagmur var diye cok kisi gelmez diyordum ben, megerse bizim kızların seveni cokmus. Sonuc olarak en sevdigim muzikler esliginde, gözlerimize flaşları patlata patlata saati 2 ettik. Cumartesi gecesi Jukebox gecesidir dedik, koştuk Bronx'a. Tıklım tıkış, müdavimler her zamanki yerlerinde. Bir de "Erasmus'a/Exchange'e gitmeden son kez bi' herkesi göreyim..." mantığında olanlar var ki benim Gizoşum da bunların arasında, herkes orda yani her-kes! Başak henüz Bronx'a ulaşmamışken Gökçe'nin ismini söylettik mikrofondan heyyamola tarzı.  Şimdi herkes orda ya, ben de doğum günümü bu sene 7gün 7gece kutlayamadım ya, bi kıskandım.. Beni de söylesinler istedim. Solistten gelen cevaba gülsem mi ağlasam mı bilemedim. "Sena? Ben biliyorum senin dogum gunun geçti.." E tabi bayağı bi' gülündü bu mevzuya. Her neyse. Eğlenceydi carttı curttu, benim patiler agrımaya basladı. Dogum gunu kızlarınıysa kesmemiş olacak ki gecenin mi sabahın mı desem bilmiyorum ama işte sonuç olarak bir şeyin 4ünde "Hadi oraya, hadi buraya?" diye tutturdular.  Eee, bu gece onların gecesiydi, kafa yapımız şu: Onlar ne derse o olur! Çıktık yağmurun altında açık mekan arıyoruz. Sonuç olarak hevesimiz kırıldı bi' kere. Eve gidelim. Nasıl gidelim? 2342394 kişi taksi bekliyoruz yağmurun altında. Kim kiminle hangi eve gidecek? Kim Beşiktaşa, kim burda kalıp bi' şeyler yiyecek, kim dürüm ister, kim bok kim kok... derken taksinin değnekçisi bizi sıkıstırdı; "Kardeş hadi biraz hızlı, biraz daha biraz daha..." Peki ben n'aptım? Sanki tabakhaneye bi' şeyler yetiştiriyormuş gibi hızlandım bi' bi' şey yaptım ben de anlamadım. Bi' de baktım ki yerdeyim. Üşüyorum diye de, elim cebimdeydi. Son anda çıkardım, yüzüm gözüm dağılmadı neyse ki. Tabii o heyecanla her zamanki gibi acıyı hissetmemişim. Böyle arabaların park etmemesi, yanaşmaması için koyulan şey neyse onun adı artık sabahın 5bucugu aklıma gelmiyor; onlara giriş o giriş ben.. . Eve geldim, "Gökçe," diyorum "gel bak, ezilmiş mi bu kemik nolmuş?" Yine oramı buramı morartabildim anlayacagınız. Sonuc olarak yine şapşallığımla rol çaldım. Hala gülüyorum düşüşüme. Bu aralar çok düşüyorum. Gidip bi' kulagımdaki "yarım daire kanalları"ma baktırsam iyi olacak! Uykum yok diye bu saçmasapan yazıyı yazdım. Düdüklerime hediye olsun istedim de onlarla ilgili güzel bir şey de yazmış sayılmam. Tek bildiğim yarın sabahın köründe kalkmak, pazar kahvaltısına zorla götürülmek istemediğim... Tek istediğim elimde telefon çalmasını beklerken, ders çalışmaya çalışmanın hüznünü kendi kendime yaşamak. Yalvarrrrıııım Nejiiideeet dizimdeki morluklar ve kalbimdeki kırıklarla beni yalnız bıraaak! :)

4.1.12

İyi ki var veya yoksun, fark etmez.

Nasıl bi' duyguyla yazıldıgını bilmedigimiz sarkılar var ya, iste onları dinlerken kendimi inanılmaz suclu hissediyorum. Kendi anımı yasatmaya calısırken o sarkıda sanki baskasının askına tecavuz ediyorum. Hayatıma sokmaya calısırken hiç anlamadıgım bir melodiyi, hunharca kanatıyorum onu. Üzülüyorum. 
Hayat bazı bazı "müziğinde bi' olay yok; olay sözlerde." denilen şarkılar gibi... Acıtıyor. Bu tarz şarkıların arka plandaki müziğinin bu acıyı azaltmak için olduğuna inanırım hep. Sözler kulaklarda, etkisini içten içe yaşarken ve gerçekler gözünün önündeyken; arkadan gelen bir ses ki genelde kalbinin sesi oluyor namussuz; acıyı azaltıyor. Aşk mı ki bu hayat dediğim? Eğer öyleyse bazen de çok "ıptıs çıktıs". Hani çerez tarzı. Takılmalık, televizyonun karşısında yediğin hani. 
Ben bir şeyler izlemeyi o kadar da çok sevmem. Film izlerken konuşurum mesela. Sıkılırım. Yanımdakini izlerim. Laf atarım. Bunu ne gibi bir duyguyla yaptığımı bilmiyorum. Yanyanayken bile sessizliğinden korktuğum kişilerle yaşıyorum sanırım, sadece. Yanımda olduğu için "İyi ki..." dediğim insanlar oldukları için onlarla gurur duyuyorum aslında. Çekilir kılıyorlar soluduğun nefesi.
Ama ben yine de filmlerden çok şarkılara sığınıyorum. Başkasının alamadığı nefesi ciğerlerimde patlatmak istercesine seviyorum bazısını. Şarkı mı bu bahsettiğim gerçekten? 
Nerde gördüm, bilmiyorum. Biri demiş ki; "Yoklugu acıtana 'İyi ki varsın.' denir." Eğer bu söz doğruysa hayat bazen çok "İyi ki yoksun." 
İyi ki yoksun ki; ben özlemenin ne demek olduğunu biliyorum. Sayende özlemenin değerini biliyorum.  Her istediğini elde eden bu şımarık kıza yokluğu tattırdığın için önünde eğiliyorum. 
Senin gibisine "İyi ki varsın." denir. Ne de güzel denir.. Ne de güzel varsın, ne de güzel yoksun aslında.

25.12.11

Adsız

İki gündür bi' şeyler izlemekten, dinlemekten gözlerim, kulaklarım değil; kalbim yoruldu.
Paylaşmak istediğim oldukça çok şey var. Konuşmak yerine yazdığım zamanlara geri döndüm. Eksik olan duyguyu, tümceyi şarkılarda-filmlerde aradığım boşluklara geri döndüm. Kimsenin anlamayacağını sandığım gülüşlerimle boğuşmalarıma geri döndüm.
Özgür hissettiğim andır belki de bu. Ben yazabilirim, yazmakta sorun yok. Sorun okuyanın anladığında. Ben yazarken kendimi kimsenin anlamayacağına inandırıyorum. Böylece bir özgürlüktür alıp gidiyor başını. Ne tatlı…
Bu seferki yazışlarım, gülüşlerim üzgün değil. Bu seferki kaç dişim varsa onu gösteriyor bakanlara. Farklı bir şeyler görüyor insanlar. Ben de aynaya daha çok bakar oldum haliyle. Kendimi izlemekten, kendimi dinlemekten gözlerim, beynim değil; kalbim yoruldu.
Ne olursa olsun, asla emin olamayacagım bi’ raddedeyim şu sıralar. İyi veya kotu olması değil, bir şeylerin oluyor olması önemli. Tüm hayatının iki secenek arasında değişeceği söylendiğinde kafa yapın cok ilginç oluyormuş. İyi mi, kötü mü? Paylaşmak istediğim oldukça çok duygu var. Paylaşmak yerine sakladığım zamanlara geri döndüm. Eksik olan duygunun kalmadığı, her şeyin tamam olduğunu sandığım boşluklara… Herkesin bal gibi bildiği üzüntülerimle eğlenmelerime geri döndüm.
Hapsedilmiş hissediyor kendini insan bu anlarda. Ben gizleyebilirim, ondan kolay iş yok. Ben gizlerken kendimi hiçbir zaman ortaya çıkmayacağına inandırıyorum. Böylece bir suçluluk duygusudur alıp gidiyor başını. Ne zor…
Adsızlara asla alışamamışken, bu seferki adsızım üzücü değil. Bu seferki nasıl bu kadar beni güldürebiliyor onu da bilmiyorum. Farklı bir şey görüyorum. Daha çok görmek istiyorum haliyle. Onu izlemekten, dinlemekten gözlerim, beynim değil; kalbim yoruldu.
Emin olsam bile bir şeylerin olamayacağı bi’ raddedeyim şu sıralar. Katiyet önemli değil, olsa da olur olmasa da.  Bırak tüm hayatı, üç-beş günümün bile iki seçenek arasında değişeceğinin farkına vardığımda kafa yapım çok ilginç oluyor. Olur mu, olmaz mı? Paylaşmaya kıyamadığım tek bir şey var. Paylaştığımı sanıp kendimi rahatlattığım, aslında kendime bile anlatamadığım, anlamını anlayamadığım zamanlara geri döndüm. Her şeyin eksik olduğu, boşluklar arasındaki o duygu yoğunluğuna geri döndüm. Herkesin her şeyi bildiğini sandığı, beni bilenlerin bile yanıldığı en beyaz karalarıma geri döndüm.
Mutlu hissettiğim gerçek andır belki de bu. Ben üzülebilirim, üzülmekte sorun yok. Sorun nasıl üzüldüğümde. Ben yaşarken kendimi, beni kimsenin üzemeyeceğine inandırıyorum. Böylece bir aşktır alıp gidiyor başını. Ne acı…

16.12.11

"We are all Son's of Fate." dedicated to @goksinsennak

Once, my friends said to me; “You always think but you never decide what to do.” She said that I always choose let the time flow, let everything be as fate’s will. Infact, we both have another description of fate unlike other people. If you realize I used the word “description” not the “definition”, you can easily understand we are no like the religious people who have ultimate faith in fate
Decision. Decision. Decision. The key point to define our description… Some people believe in; the choices they make in the future have already been decided by a higher power than their will. Is that so? I won’t say “Ofcourse no, you idiot!” I prefer being polite and almost sarcastic by saying “No, you silly.”This belief directs you an idiom says “all rivers fall into the sea.” This brings us another questions with it, without any reasonable answers. “If the choice is already chosen, what is it Lord Almighty waiting for?” To believe in the existence of a serene power makes people confused. If another “thing” chooses the way I live (already), what is the point to live? 
Yes, my childs… I have to say it know, I admit! Yes, there is this high-glorious-creator-power, whatever you want to call, knows something about our lives. But it ain’t our decisions. Yes, he gave us a river, a river which has lots of tributary with it. Most of people think that they are water just because it is easier to swing wherever the road takes them. But me and The Big Guy-Up There have a better ideachoose that I am the little boat and I have the total control of it. 
Purpose. Purpose. Purpose. Our free will literally makes us free; free to turn left to choose bad, right to be good, go forward to forgive and forget, get back to revert. Then, what is the purpose of being in the water? He gave a river with a deep sea in the end of it. Reaching the deepness? Learning how to swim? Are those our ends? I absolutely don’t think so. They can be just means, means to get us where it is “decided to be, to happen”. 
This is my definition of fate; we have more than a billion choices to choose, ways to walk or run if we want. Weather we swim, we dive into the cold river; weather we choose to turn left or right, move forward or stay as we are, there is only-one-unique end waiting for us. 
So what? Why did I give up deciding? I guess I am just tired of swimming or swinging. I guess I give myself in the time which refers to wind in this bullshit. I always think, what it is waiting for me at the end, never decide what to do… I let the wind flow and let everything be as fate’s will.
Hello, My name is Paradox. Did we meet somewhere before?
SS*

ergen fıkrası gibi bir şey. (03.08.11)

Olay soyle gelisir. Uc genc kız bir bara giderler. Aynı bir Temel, bir Ingiliz, bir Alman fıkrası gibi dizilirler; biri sapsal, biri entellektuel, oteki ise agır romantik. Entellektuel baslar anlatmaya; ulke ekonomisi, gelecek planları, cevresindeki insanların gelisen guncel olaylara duyarsızlıgı vs. Sapsal ve Romantik cok iyi anlarlar E'nin soylediklerini. Ancak pek de sallamazlar. E'nin bahsettigi duyarsızlık tam da bu oldugundan, E sinirlenir, susar. Romantik baslar anlatmaya; nasıl sevdigini, sevildigini, ozledigini, unutuldugu icin unutmaya calıstıgını. E ve S  cok iyi anlarlar R'nin soylediklerini. Ama pek de sallamazlar. R arkadasları duygularını cok da sallamadıgı icin kırılır, susar. Sapsal baslar anlatmaya; sebeklikler yapar, espriler yapar, gerginligi dagıtmak icin guldurmeye calısır, en cok da kendi guler anlattıklarına. E ve R cok iyi anlarlar esprileri. Ama pek de komik gelmez onlara, zaten bozuk atıyorlar bir de, gulmezler. S tek basına guler, guler, guler... Onlar gulmedigi icin bozulmak bir yana, komik olmadıgı halde kendi kendine eglenebildigi icin bir kez daha guler.
Simdi soyleyin bu hikayenin kazananı gercekte kim?

29.5.10

Gül*Bülbül

yazacak milyon tane konu varken bunu nerden buldum, komik. metroda iki insan yanımda sohbet ediyordu. kız böyle sarışın, kocaman dudaklı; erkek mini beyaz bir şort giymiş, hafif feminen tavırlı. ilginç bir ikiliydi, dinlemeye koyuldum. lisenin ilk senesinden beri bildiğimiz tasavvuftaki gül-bülbül olaylarından konuşuyorlar, belli bir sınavda çıkmış. kız kendini doğrulatmaya çalışıyor. çocuğun da konuyla alakası yok değil, ama istediği cevabı kıza bir türlü veremiyor. sonra şöyle bir cümle geçti ki, bu insanlar boğaziçili olmalı diye güldüm içimden. "hani tasavvuf var ya, ordaki gül-bülbül olayı o zamanın şairleri için çok 'inspayring' bişi. işte bu yuzden doos meeen onları cok kullanmış, hıhım, evet..." bu cümleyi duyduktan sonra, kulaklarımı onlara kapadım. ama tesadüfe bakın ki aynı çiftle okulun önünden kalkan 43R'de karşılaştık, işte o zaman dedim ki; bu bir işaret. hala ve hala gülden bülbülden bahsediyorlar. nerdeyse konuya atlayacaktım ki, onların hikayesinin ne kadar klişe olduğunu görüp vazgeçtim... dahası son kararımsa kendime güllü bülbüllü bir klişe yaratmak oldu ve işte klavyemin başındayım.

Önce bir toz bulutu, ardından yağmur karışırken toprağa civelek bir şakıma duyuldu çisillerin minik sesleri arasından. Sabah olmuştu, bülbül mutlu mesut geziniyordu. Her ne kadar yalnız olduğunun bilincinde olsa da, kanatlarının varlığı onu mutlu etmeye yetiyor gibiydi. Bir çırpıyor, havalarda süzülüyor; bir yere çakılacakmış gibi hızla inişe geçip gururla sallandırıyordu kanatlarını. Gösteriş meraklısı mıydı, yoksa sadece kendince mi takılıyordu; bilinmez... Ama içten içe ulaşamadığı bir şeyler olduğu kesindi. Sesini herkese duyurmaya çalışırcasına şakıyordu. Melodileri yağmurla karışıyor, anlaşılmazlık yaratıyordu.
Hiç olmayacak şeyleri yapmakta üstüne yoktur bülbüllerin... İşte o anda onu gördü vuruldu. Sabahın ilk ışıkları arasında taç yapraklarını güneşe kapatmış beyaz bir gül...Yanına gitti, hiçbir şey mırıldanmadan saatlerce durdu, yaprakların açılmasını bekledi. Nerden bilebilirdi ki gülün sadece geceleri açtığını. Bülbül artık mutlulukla şakımaktan çok, yalvarırcasına ağlıyordu. Bülbül ağlaya ağlaya uyuyakalırken, gül gözlerini açtı geceye. Onca yağmur yetmemiş gibi kana kana suya ihtiyacı vardı. Açgözlülük mü yaptığı, yoksa sadece ihtiyactan mı bilinmez köklerini topraklara daldırdı. Yaşamak için suya ihtiyacı vardı. Etrafına bakınırken, yanında uyuyakalmış çaresiz bülbülü gördü. Tanımıyordu. Tanısa onu sevebilirdi belki, ama durum böyleyken ona ihanet etmek kolay olacaktı. Bülbülün kanını su niyetine içine çekti gül. Dikenlerini derisine batırırken, hiç düşünmedi; canı acıyor mudur diye. Bülbül henüz elveda demeden hayata, son bir kez gözünü açtı. Onca karanlığın arasında gülünü gördü. Yaprakları eşsizdi, onu sadece bir saniye bile görmenin mutluluğu dikenlerinin verdiği acıyı hissettirmiyordu bile. İçinden şöyle geçirdi gülümseyerek bülbül, "Aşk için ölmek bu olsa gerek..."

*

Bülbüllerin saçmalamakta da üstüne yoktur, bunu da burdan kanıtlayayım istedim.
Gül, bülbülün fedakarlığını görmek için mi, yoksa sadece onun canını acıtmak için mi bunu yaptı bilinmez. Bilinen tek gerçek şu ki, bülbül artık yaşamıyor.

9.5.10

❾ :)

insanoğlu birilerine, bir şeylere tapmak için yaratılmış. kendimi adama raddesine gelecek kadar sevdiğim şeyler vardır benim de... bazıları nefes alıp veren cinsten, bazılarıysa öylesine cansız ki; benden daha fazla canlılar sanıyorum. işte o cansızlarımdan biri "9" ...


NINE! NEIN! Neden "9"? Spesifik "9"larım neler benim?


Bir aile geleneği olarak "9" ; 3 kuşak boyunca sporcu yetiştirmiş bir ailenin en miniklerinden biri olarak bana kalan bir miras belki de. "Şabanlar "9" giyer." gibi bir zorunluluk yok elbette, ama ben kendimi o formanın içerisinde inanılmaz derecede huzurlu hissediyorum. sırtımda başka bir sayı yazsa sanki zıplayamayacakmışım gibi geliyor. dokuzun kanatlandırıcı gücünün harun erdenay'dan kaynaklandığına da inanırım bazen. hani pegasus falan... bu arada harun erdenay'ı 9 giyindiği için mi idolüm seçmiştim minicikken, yoksa gerçekten o kadar iyi bir oyuncu muydu da daha kuralları bilmezken ekrana yapışırdım; hep bir muamma olarak kalacak..


"9" as a good luck charm ; nedense içinde dokuz sayısının geçtiği olaylar mutluluk vericidir. cevabının 9 olduğu bir tek matematik sorusunu bile yanlış yaptığımı hatırlamam mesela. 2008 ÖSS'de batırıp 2009 ÖSS'de hayallerimin okulunu kazanmamda kesin dokuzun payı var, kesin! "saat 9'da" diye sözleşilen buluşmaların 8'de olanlardan çok daha güzel olduğunu günlüklerime yazmışlığım var.

bir kedi için "9" ; her ne kadar yeni arkadaşlarım kedi lakabımı bilmese de böyle bir şey var evet, taa lise hazırlıkta başlayan bir olay. sırnaşma huyu mu derler, nankörlük mü? kimi de kara kedi diye çağırır. ama en çok kullanılan 2 lakabımdan biridir "kedi". bir arkadaşımın, üzerinde duvara ölüm sayılarını çentik atan kedili bir kupası vardı. hayatımda eşya hacılamak kadar nefret ettiğim bir şey yoktur, ama ilk kez yapmıştım. (yaptıııııııım diye bağarar!!) dokuz canlı olmadığımı biliyorum ama her kalp kırıklığında benim de çentik attığım bir defterim var. 6 canım kalmış..


ve sona geldik, bugun bu ordan burdan karışık yazıyı yazmamın nedenine.
SPORTS FEST'E SADECE
9 GÜN KALDI!



dünyanın en heyecanlı insanı olabilirim bu yüzden. facebookta kendi profil fotoma baktığımda bile kalbim küt küt oluyor. ofis'e giriyorum eski afişlere bakıyorum "acaba bu seneki nasıl olacak?" diye bin kere düşünmeden edemiyorum.


Benim için özel bir sayı "9" ...
Bu yüzden inanıyorum, bugün güzel olacak;

Sports Fest daha da güzel...
En güzeli...





7.5.10

Dünyanın En Güzel Şarkıları..

bilen bilir bu sıfatı kullanmayı ne çok sevdiğimi. arabeskten tut, rocka kadar çok saçma denecek kadar geniş bir yelpazeye sahip olan müzik zevkimden herhangi bir şarkıyı duymam yeterli "tanraaaaaam dünyanın en güzel şarkısı yeaa!" diye bas bas bağırmam için. bunun bir türevi de "benim şarkım lan bu!" dur, ona da başka zaman değinirim artık.
şu sıralar "dünyanın en güzeli" gibi gelen şarkılar çok gazcı, çok!
eskiden morali bozuk olduğunda depresif şarkılar dinleyip kendi kendini ağlatan bir kızcıktım. such a drama queen! şimdi bir cafe veya ofiste kulağıma çalan bir şarkı beni benden alıp götürebiliyor. gariptir, şarkı hiç romantik değil. aksine tam gaz kafa sallatıyor, ama rocker gibi de değil. hani benim mıymıyım var ya, aynen onun gibi. önce soldan sağa omzun üzerinden bir kafa dalgalanması, sonra soldan sağa hobbaaa! hatırladın mı?
hayatımı dünyalara bölmeye alışmışım, böylesi daha kolay; aile dünyam, kızlarımla olan dünyam, manitalarla olan dünyam. şu sıralar bu listeye bir yenisi daha eklendi. adı bile yok; çünkü kendisi bayağı (bayyyaaa) belirsiz. ama o dünyanın da şarkıları var, bir dolu üstelik. gaz şarkılar böyle, nasıl desem...? kafa da sallatıyor, kafa atası da geliyor insanın dinledikçe. Hızlı şarkılar olsalar da, gözlerimi dolduruyorlar kimi zaman. onların hissettirdiği duygu, yeni dünyam kadar belirsiz. mutlu mu ediyor, mutsuz mu belli değil. bazen bu şarkıların bana ait olmadığını düşünüp, silmek istiyorum bilgisayarımdan. elim mi gitmiyor nedir, kaç kez denedim olmuyor, yapamıyorum. hayır, işin kötüsü bu şarkıların kopyaları her yerde! Bilgisayardan silmekle bitmiyor, telefonumdan da silmeliyim, ipodumdan da... arkadaşlarımın hayatından da silmeliyim ki o çok zor. bir mekana gittiğimizde çalsalar, ne yapabilirim ki? "Hiç dinlemesem ne olurdu?" diye soruyorum kendime. cevaplar hoşuma gitmiyor, işte o an gözlerim doluveriyor. "Şarkılarım olmadan asla diyorsanız, Sena!" diye kendimle dalga geçiyorum. Bazen de diyorum; "Kulaklarım sağır olsaydı da duymasaydım o lanet olasıca ritmi!"
Dengesizim biliyorum, ama o dünyam da dengesiz. Ölmek istemiyorsam ben, bu dünyanın içinde nefes almalıyım, alıyorum da... Ama hani ciğerin yanar ya öyle bir şey bu dünyanın havası. Yakıyor nefesini geri verirken, içini. O zaman tekrar şarkılarım geliyor aklıma, ben istemesem de çalıyorlar, çalıyorlar... Bu şarkıları öldürmek gerek biliyorum, dünyanın en güzel şarkıları olsalar da... Peki bunu yapmayı istiyor muyum? İşte orda sadece susuyorum...

6.5.10

pourquoi??

hayatı boyunca hep bir şeyler yazmaya alışmış bir insanın kendisine "neden burdayım? neden blog yazıyorum?" diye sorması ziyadesiyle absürd olsa gerek.
bebeklerimden destinebayramoglu'nun "nası blog yazmalısın belli değil..!" sözleri üzerine tüm gün boyunca düşündüm, dün. profili oluşturana kadar "neden yazayım ki?"ydi sorum. ne yazacaktım? ne anlatacaktım? yeterince bağırmıyor muydu hayatım "ben burdayım!" diye? şuan burda olduğuma göre, bağırmıyormuş demek. (swh)
peki söyle bana db ilk blogumun konusu ne olsun?
"blogum hayatımı anlatıyor." diyen insanları düşündüm. bir de "neden blog tutuyorsun?" sorusuna cevap olarak "rahatlatıyor." diyenleri. öyleyse ben de hem hayatımı anlatan, hem de beni rahatlatacak bir şeyler yazmalıydım. yetmiş beş dakikalık allahın cezası derslerde, adına ara dedikleri on dakikalık ufak zaman dilimlerinde, tuvalette, çimlerde serilmişken, toplantıda bile bunu düşündüm. ne olacaktı, ne olacaktı? eve geldim, oturdum bir daha düşündüm, inanılır gibi değil. uzun zamandır bir şeyler yazmıyor olmam mı beni bu kadar zorluyordu, yoksa yazacak çok şeyim olması mı? belki de o kadar "çok şey" dediklerim kendimi yazmaya zorlayacak kadar değerli değildi gözümde!!! ya da değerlerini kaybetmişlerdi... bu kadar düşüncenin sonunu tahmin edersiniz. tam bir duygu patlaması, üstelik bir o kadar gereksiz... ama en azından bana bir şey göstermişti. evet hayatımı anlatmak istiyordum, ama kendimi anlatmadan önce bile düşünüyordum. düşünüyordum, hep... durmadan.
hep bir ayrıntı, hep bir neden, hep bir çözüm bulmaya çalışmak... uzun zamandır, zamanı bile zamana bırakmadığımı fark ettim böylece. hayatım düşünmek olmuş, eylem nerede? yerinde duramayan kıpır kıpır kız nerede? sürekli köşesine çekilen kişi olmuşum farkında değilim. peki neden? sadece bir şeylere cevap bulmak için. neden cevapsız bırakamamışım soruları? insanlara bir şeyler açıklamaya çalışmışım, cosinus ve sinusle ilk kez karşılaşan ortaokul öğrencisine anlatır gibi, en ince detayına kadar. anlamışlar mı beni? trigonometri kendini anlayabilmiş mi? hobaa.. bak yine soru soruyorum, üstelik gittikçe saçmalıyorum.
buraya kadar sıkılmadan gelebildiyseniz ne mutlu bana, zira ben bile yazarken oehh sena ne bunalttın kendini dedim. ama düşündüm çok, ne yazsam diye. işte ortaya da bu çıktı hacı, idare edeceksiniz.
...
öyle işte... bu da böyle bir anıydı, paylaşmak istedim :)